Tıbbi Kötü Uygulama (Malpraktis) Olaylarına İlişkin Güncel Yasal Düzenlemeler Hakkında ATO Hukuk Bürosu Bilgi Notu


Kamuoyunda “malpraktis sorumluluk yasası” olarak da adlandırılan ve “3359 Sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu” lafzında değişiklik yapan “7406 Sayılı Türk Ceza Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”, 27.05.2022 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlük kazandı. Devamında, Sağlık Bakanlığı tarafından -anılan yasaya dair uygulamaları düzenleyen- “Sağlık Meslek Mensuplarının Tıbbî İşlem ve Uygulamaları Nedeniyle Soruşturulmasına ve İdarece Ödenen Tazminatın Rücu Edilmesine Dair Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik” de, 15.06.2022 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi.

Böylelikle hekimlerin “tıbbi kötü uygulama (malpraktis)” ithamları karşısındaki cezai ve/veya mali sorumlulukları konusunda; gerek esasa, gerekse usule dair kimi değişiklikler gündeme gelmiştir.
Odamız Hukuk Bürosu'nun konu hakkında hazırlamış olduğu bilgi notunu siz değerli meslektaşlarımızın dikkatine sunar, “tıbbi kötü uygulama (malpraktis)” ithamlarına maruz kalan hekimlere hukuki danışmanlık ve destek sunduğumuzu ifade etmek isteriz.

Ankara Tabip Odası Yönetim Kurulu

Ankara Tabip Odası Hukuk Bürosu Bilgi Notu

1-   Öncelikle, “tıbbi kötü uygulama” ithamlarının hukuk düzleminde/yargısal uygulamalarda asıl olarak iki farklı hukuk disiplinine (ceza hukuku ve tazmin hukuku) temas ettiği dikkate alınarak, söz konusu yasal düzenlemelerin bu farklı hukuk disiplinleri nezdindeki sonuçlarını da ayrı ayrı ele almak gerekmektedir.

2-   Ceza hukuku disiplini, daha açık ifadesi ile “tıbbi kötü uygulama” ithamları nedeniyle hekimler aleyhinde başlatılacak olası ceza soruşturmaları ve kovuşturmaları (davaları) nezdinde, öne çıkan değişiklik; ister kamu sağlık kuruluşları, isterse özel yada vakıf üniversitelerin sağlık kuruluşları nezdinde görev yapıyor olsun, bir hekim hakkında “tıbbi kötü uygulama” ithamı gündeme geldiğinde (kabaca ifade edersek bu yolda bir suç isnadı yöneltildiğinde), Sağlık Bakanlığı bünyesinde oluşturulacak olan “Mesleki Sorumluluk Kurulu” adlı yapı tarafından bir “ön inceleme”nin gerçekleştirilecek oluşu ve eğer ki bu kurul tarafından bir “soruşturma izni kararı” tesis edilir ise, konunun/olayın ancak o zaman adli soruşturma ve kovuşturma süreçlerine tabi tutulacak oluşudur.

3-   Ancak, 2547 Sayılı Yüksek Öğretim Kanunu’nun 53 üncü maddesindeki özgün soruşturma usulüne tabi tutulanlar, daha açık ifadesi ile bir devlet üniversitesinde kadrolu veya sözleşmeli öğretim elemanı ya da memur olarak görev yapan hekimlerin, anılan bu düzenlemeden (“Mesleki Sorumluluk Kurulu”nca bir ön inceleme yapılması ve karar tesis edilmesi usulünden) muaf tutuldukları görülmektedir. Buna karşın söz konusu muafiyetin, bu konumdaki hekimler açısından özünde bir hak kaybı ya da olumsuzluk olarak ele alınmaması gerektiği; nitekim onlar için, anılan 2547 Sayılı Yasa’nın 53 üncü maddesindeki özgün ön inceleme/idari soruşturma usulünün halen mevcut ve uygulanır olduğunu ifade etmek isteriz. Diğer bir ifade ile 2547 Sayılı Yasa’da öngörülen mevcut usul gereği, bu konumdaki hekimler için zaten, üniversite idareleri tarafından benzer bir ön inceleme süreci işletilmekte ve ancak tesis edilecek bir soruşturma izin durumunda adli soruşturma ve yargılamalara tabi tutulma durumu gerçekleşmektedir.

4-   Öte yandan, Sağlık Bakanlığı bünyesinde oluşturulacak “Mesleki Sorumluluk Kurulu”nca bir ön inceleme yapılması (veya yaptırılması) ve soruşturma izni tesis edilmesi usulünün, kamuda görev yapan hekimler için de, esaslı bir yenilik teşkil etmediği; zira, düne kadar mevcut uygulamada kamuda görev yapan hekimlerin, “tıbbi kötü uygulama” ithamları gündeme geldiğinde 4483 Sayılı Yasa kapsamında öncelikle idarece bir ön inceleme sürecine tabi tutuldukları ve ancak haklarında bir “soruşturma izni” kararı tesis edildiğinde adli süreçlere muhatap oldukları, bilinen bir husustur. Bu kapsamda kamuda görev yapan hekimler için asıl önemli değişiklik/yenilik, yeni usulde artık tek bir merkezi organın (anılan “Mesleki Sorumluluk Kurulu”nun) karar merci kılınmış oluşu ve (süre vb. açılardan) buna özgü yeni bir usulün tesis edilmiş oluşudur. O halde yeni düzenlemeler ile getirilen asıl köklü değişikliğin, özel sağlık kuruluşlarında ve (2547 sayılı Yasa’da değinilen mevcut usule tabi olup olmadıkları yolunda tartışmalar olsa da) vakıf üniversitelerinde görev yapan hekimler nezdinde gerçekleştiği; nitekim düne kadar bu konumdaki hekimler aleyhindeki “tıbbi kötü uygulama” ithamları, savcılıklar tarafından derhal adli soruşturmalara konu yapılırken, şimdi onlar için de idarece gerçekleştirilecek bir ön inceleme ve soruşturma izni usulünün getirilmiş olduğu söylenebilir.

5-   Yeri gelmişken belirtmek gerekir ki, değinilen usul (“Mesleki Sorumluluk Kurulu”nca bir ön inceleme yapılması ve karar tesis edilmesi usulü), daha önce hakkında 4483 Sayılı Yasa uyarınca soruşturma izni verilmiş ve kesinleşmiş olan hekimler ve süreçler hakkında uygulanmayacak, bu hekimler hali hazırda tabi tutuldukları adli soruşturma veya kovuşturmalara devam olunacaktır. Nitekim 7406 Sayılı Yasa’nın 15 inci maddesi ile 3359 Sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu lafzına eklenen Geçici 13 üncü madde, bu yolda bir sınırlama/istisna getirmektedir. Ancak, bu duruma karşı (şüphesiz süren somut adli soruşturma veya kovuşturmalar nezdinde bunda fayda görülür ise) özellikle kovuşturma (dava) süreçlerinde karşı sav ve itirazların ileri sürülmesi, bu kapsamda özellikle Anayasaya aykırılık iddiasının gündeme getirilmesi ve böylelikle değinilen yeni usulün, haklarında adli soruşturma veya kovuşturmalar yürütülen hekimler için de talep edilmesi, olasılık dahilindedir. Şüphesiz bu yolda somut bir karar, kovuşturmayı yürüten ceza mahkemeleri ile (anılan Geçici 13 üncü maddeye yönelik Anayasaya aykırılık iddiası ciddi bulunduğu ve bu madde, Anayasa Mahkemesi önüne taşındığı takdirde) Anayasa Mahkemesi tasarrufunda olacaktır. Bunun yanında, özel sağlık kuruluşlarında görev yapmakta iken haklarında mevcut bir adli soruşturma veya kovuşturma başlamış bulunan hekimler nezdinde ise, anılan Geçici 13 üncü madde lafzi yoruma tabi tutulduğunda, bu usulün yine de ve derhal uygulanması gerektiği açıktır. Zira bu konumdaki hekimler hakkında “kesinleşmiş bir soruşturma izni” öncesinde de tesis edilmiş değildir. O halde, özel sağlık kuruluşlarında görev yapmakta iken haklarında mevcut bir adli soruşturma veya kovuşturma başlamış bulunan hekimler, bu yoldaki talep ve itirazlarını somut yargı mercileri önünde dile getirdiğinde, kural olarak sürmekte olan adli soruşturma veya kovuşturmada bir “durma kararı” tesis edilmesi ve dosyanın, gerekli soruşturma izninin alınması için “Mesleki Sorumluluk Kurulu”na gönderilmesi gerekmektedir.

6-   Sağlık Bakanlığı bünyesinde oluşturulacak “Mesleki Sorumluluk Kurulu”, görüldüğü üzere bundan böyle gündeme gelen ve ceza yargısını ilgilendiren “tıbbi kötü uygulama” ithamlarında, son derece belirleyici bir organ kılınmaktadır. Bu açıdan anılan kurulun ne ölçüde adil ve hakkaniyetli tasarruflarda bulunacağı, haksız ve yersiz ithamlara maruz kalan hekimler açısından ne ölçüde etkin bir güvence sağlayacağı şüphesiz önemli bir diğer husustur ve bunun için de, öncelikle kurulun yapısına değinmek kaçınılmazdır. Yeni düzenlemelerde kurulun, 7 üyeden oluşacağı öngörülmüştür ve bütün üyeler, tek kişi, Sağlık Bakanı tarafından belirlenecektir. Kurulun üye yapısında ne yazık ki idari unvan ve makam mensuplarına ağırlık verildiği, yalnızca (biri dahili, diğer ise cerrahi branştan olmak üzere) 2 tıp hekimine yer verildiği görülmektedir. Bu haliyle kurulun, demokratik katılımcı bir yapıya, aynı zamanda bilimsel ve mesleki bir yetkinliğe sahip kılınmadığı yolunda haklı tespit ve kaygılar en baştan kolaylıkla söylenebilir.

7-   “Mesleki Sorumluluk Kurulu”; bakan yardımcısının başkanlığında, üye tam sayısının salt çoğunluğu ile toplanıp, toplantıya katılan üyelerin salt çoğunluğu ile karar alacaktır. Kurul kararları gerekçeli olmak zorundadır. Öte yandan kurulun teknik ve uzmanlık gerektiren konularda danışmanlık almak için en az 3 kişinin yer alacağı “ihtisas komisyonları” oluşturulması da öngörülmektedir. Ancak, belli ki kurulun hekimler hakkında tesis edeceği kararlarda belirleyici olacak bu ihtisas komisyonlarının da, doğrudan kurul başkanı (bakan yardımcısı) tarafından tek başına seçileceği hükme bağlanmıştır. Öte yandan, 7406 Sayılı Yasa lafzında açık hüküm yer almasa da, çıkarılan uygulama yönetmeliği ile Sağlık Bakanı tarafından birden fazla “Mesleki Sorumluluk Kurulu”nun oluşturulabileceğine dair bir düzenleme de dikkat çekmektedir. Kurul önüne gelen işleri karara bağlamak açısından bir süre sınırı da getirilmiş olup, bu süre 60 gün olarak belirlenmiştir. Zorunlu hallerde bu süre 30 gün daha uzatılabilecek, görüldüğü üzere her durumda kurul, 90 gün içinde olası “tıbbi kötü uygulama” ithamlarını karara bağlamış olacaktır. Söz konusu sürenin başlangıcı olarak da, “suçun kurul tarafından öğrenilmesi” kıstas alınmaktadır. Kurul, “tıbbi kötü uygulama” ithamına maruz kalan hekim hakkındaki ön incelemeyi ise; bizzat kendisi yapabileceği gibi, bunu diğer idari birim ve görevliler eliyle de yaptırabilecektir. Bu kapsamda, özel sağlık kuruluşlarında ve vakıf üniversitelerde görev yapan hekimler için, söz konusu ön incelemenin, il sağlık müdürlükleri başkanı veya yardımcıları tarafından yapılabileceğine yönelik bir usulü belirlemeye ayrıca yer verilmektedir.

8-   Hekimler açısından “Mesleki Sorumluluk Kurulu”na dair bilinmesi gereken belki de en önemli husus, kurulun verdiği kararların, yargı denetimine açık oluşudur. Örneğin; aleyhindeki bir “tıbbi kötü uygulama” ithamı kurul tarafından incelenip aleyhine karara bağlanan, yani hakkında “soruşturma izni” tesis edilen bir hekim, bu karara karşı -kararın kendisine tebliğinden itibaren- 10 gün içinde Ankara Bölge İdare Mahkemesi’ne itirazda bulunma hakkına sahiptir. Burada, hekimin görev yaptığı ve/veya olayın/eylemin gerçekleştiği yer mahkemesi yerine, Ankara’da mevcut Ankara Bölge İdare Mahkemesi’nin tek yetkili yargı mercii kılındığı görülmektedir. Söz konusu itiraz incelemelerinin yerleşik usul uyarınca dosya üzerinden yapılacağı (yani Ankara’daki bu mahkeme nezdinde kural olarak bir duruşma tesis edilmeyeceği) ve bir başka yer (örneğin hekimin yaşadığı yer) mahkemeleri kanalıyla da Ankara Bölge İdare Mahkemesi’ne itiraz başvurusunun gönderilebileceği dikkate alındığında, bu belirlemenin “adalete erişim hakkı” açısından ciddi bir külfete yol açmayacağı söylenebilir. Ancak, yargının (özelde Ankara Bölge İdare Mahkemesi’nin) iş yükü dikkate alındığında, ülkenin dört bir yanından gelecek söz konusu itirazları nitelikli ve yeterli biçimde ele alabilecek, hatta bu alanda ihtisaslaşmış bir yargı merciinin ayrıca yapılandırılmasının, önemli ve gerekli olduğu görülmektedir.

9-   7406 Sayılı Yasa ve uygulama yönetmeliği ile, yukarıda değinilen ceza hukukuna özgü düzenlemeler yanında; “tazmin hukuku”na, diğer ifadesi ile “tıbbi kötü uygulama” ithamlarına maruz kalan hekimlerin olası mali sorumluluklarına, bu kapsamdaki “rücu süreçleri”ne dair de yeni usulü düzenlemeler getirilmiş durumdadır. Ancak hemen söylemek gerekir ki, bu kapsamdaki düzenlemeler, yalnızca kamu sağlık kuruluşları ile devlet üniversitelerinde görev yapan hekimlere özgüdür ve asıl olarak, idare tarafından hekimlere yöneltilen rücu işlemlerine dair kimi usulü hükümleri ve güvenceleri içermektedir. Özel sağlık kuruluşlarında ve vakıf üniversitelerinde görev yapan hekimler nezdinde ise, bu kapsamda ayrıca bir güvence ve usule yer verilmemiş durumdadır. Bilindiği üzere, kamuda görev yapan hekimlere yönelen olası “tıbbi kötü uygulama” ithamları karşısında zarar görenler öteden beri, -Anayasa m. 129 hükmünün de bir gereği olarak- ancak idareye (devlete) karşı tazmin talebinde bulunabilmekte ve ancak idareye karşı bu yolda bir dava açabilmektedirler. Özel sağlık kuruluşlarında görev yapan hekimlere karşı ise, doğrudan onlara bir tazmin talebi yöneltilmesi ve bu yolda dava açılması olanaklıdır. Kamuda görev yapan hekimler ile ilgili olaylar/eylemler nedeniyle idareye karşı açılan tazmin davalarında, eğer ki idare bir tazminat öder ise, sonradan bu ödediği bedeli, kusurlu olan hekimden “talep (rücu)” edebilmektedir. İşte şimdi asıl olarak bu yerleşik bilinen usule dair kimi yeni mekanizmaların devreye sokulduğu görülmektedir.

10- Bundan böyle yukarıda anılan rücu işlemine, daha açık ifadesi ile; idare tarafından talepçi hasta/hasta yakınlarına ödenen olası bir tazminat bedelinin, olayda kusuru bulunan hekime rücu edilip edilmeyeceğine ya da ne oranda/miktarda rücu edileceğine, bundan böyle yine, Sağlık Bakanlığı bünyesinde oluşturulacak “Mesleki Sorumluluk Kurulu” karar verecektir. Bu işleyişte öncelikle, idare aleyhine bir tazmin davası açıldığında, bu davanın ilgili/muhatap idare tarafından ilgili hekime ihbar edilmesi (bildirilmesi) zorunlu kılınmıştır. Bu durumda hekim, -yukarıda (9) nolu paragrafta açıklandığı üzere- kural olarak doğrudan tarafı olmadığı, nitekim idareye karşı açılmış olan bu davadan haberdar olma, bu davaya katılma (müdahillik) yolu ile lehine bir hüküm tesisine de katkıda bulunma olanağına sahip kılınmış bulunmaktadır. Esasen söz konusu ihbar ve katılma usulü, hali hazırda mevcut olsa da, çoğu zaman davaya asıl taraf olan idare tarafından bunun ihmal edildiği, nitekim hekimin böylesi bir tazmin talebinden ancak kendisine rücu aşamasında öğrenebildiği bilinen bir husustur. Bu açıdan idareye getirilen ihbar yükümlülüğü önem taşımaktadır. Ancak bu olumlu düzenlemenin devamında, dava kendisine ihbar edilen hekime de, bizzat kendisi tarafından davayı sigortacıya ihbar etme yükümlülüğünün ayrıca getirilmesi, kanımızca sorunlu bir düzenlemedir. Zira bu koşulun, daha sonra hekim ile sigortacısı arasında yaşanabilecek uyuşmazlıklarda, sigortacı lehine bir itiraz koşulu olarak ileri sürülmesi olasıdır. Her durumda hekimlerin, böylesi bir dava ihbarı durumunda, kendileri tarafından ayrıca sigortacıya (ispat hukuku açısından yazılı şekilde) ihbarda bulunmayı ihmal etmemeleri önemlidir.

11- Söz konusu tazmin/rücu işleyişine dair önemli ve lehe bir düzenleme ise, ancak “kasten görevinin gereklerine aykırı hareket etmek suretiyle görevini kötüye kullandığı kesinleşmiş ceza mahkemesi kararı ile tespit edilmesi halinde”, hekime bir rücu talebinin yöneltilebilecek oluşudur. Daha açık bir ifade ile eğer ortada hekim aleyhine kesinleşmiş bir ceza mahkemesi kararı yoksa, üstelik tazmine/rücuya konu eylem de -ceza hukuku açısından- kasıtlı bir eylem niteliğinde değilse; idare tarafından hastaya/hasta yakınlarına bir tazminat ödenmiş olsa dahi, bu bedel hekime rücu edilemeyecek, her durumda hekim mali bir sorumluluk altına girmeyecektir. Nitekim bilindiği üzere “tıbbi kötü uygulama” ithamları, çoğunlukla “taksirli sorumluluk” kapsamında ele alınmaktadır (örneğin; taksirle ölüme sebebiyet, taksirle yaralama gibi). Asıl olarak ceza hukukuna özgü bir kavram olan “taksir” ise; bilerek ve isteyerek (kasten) değil; gerçekte istenmeyen ve hatta -objektif olarak öngörülebilir olsa da- fail tarafından öngörülemeyen bir neticeye; dikkatsizlik, özensizlik, tedbirsizlik, meslek ve sanatta acemilik vb. kusurlu eylemlerle neden olma halidir. Bu durumda yeni düzenleme ile yine uygulamada sıklıkla karşılaşılan “görevi kötüye kullanma (TCK m. 257/1)” gibi ancak belirli kasıtlı suçlar nezdindeki kararların, “tıbbi kötü uygulama” ithamlarında hekimler aleyhindeki anılan rücu süreçlerine yol açabileceği en baştan öngörülebilir.

12- Ancak buradaki sorun, ceza mahkemelerinin çoğu zaman, anılan “görevi kötüye kullanma” suçunu, kimi taksirli suçlara göre daha lehe bir norm tipi olarak yaygın biçimde tercih edip uygulama yaklaşımındadır. Bu durumu somutlamak adına; örneğin, hastasının yaşamını yitirdiği bir olayda hekim aleyhinde “taksirle ölüme sebebiyet (TCK m. 85)” suçundan ceza davası açılmakta; ancak yargılamayı yürüten mahkeme, “nedensellik bağının varlığının ispat olunamaması” gibi kimi lehe unsurları da gözeterek, sonuçta kasıtlı bir suç tipi olsa da, her durumda ceza miktarı daha az olan “görevi kötüye kullanma (TCK m. 257/1)” suçundan mahkumiyet hükmü kurabilmektedir. Ancak bu durumda somut olayda, daha hafif bir suçtan ceza alan hekim, tazmin/rücu riski ile karşılaşabilecek; daha ağır bir suçtan ceza alan hekim ise (açıklandığı üzere bu suç taksirli nitelikte olduğu için) anılan tazmin/rücu olasılığından en baştan kurtulabilecektir. Kanımızca, söz konusu “kasıt” ölçütü, hukuk mantığı açısından kimi sorunlar barındırmakta olup, bu düzenlemenin ileriki süreçlerde yargıya taşınması ve iptali olasılık dahilindedir.

13- Hekimler açısından tazmin/rücu işleyişine dair bilinmesi gereken diğer bir önemli husus da, “Mesleki Sorumluluk Kurulu”nun bu kapsamdaki incelemelerini yaparken gerektiğinde ilgilileri dinleyebileceğine dair bir usulün de ayrıca öngörülmüş oluşudur. Örneğin; aleyhindeki “tıbbi kötü uygulama” ithamı ve olası rücu/tazmin talebi kurul tarafından incelenmekte olan bir hekim, böylelikle kurul nezdinde sözlü savunmada bulunma olanağını da elde edebilecektir. Kurul ayrıca; zarar göreni ve sigorta şirketi temsilcilerini de dinleme takdirine sahip kılınmıştır. Kurul önünde “dinlenme”, diğer ifadesi ile sözlü beyan ve savunmada bulunma usulünün, şüphesiz bir avukat aracılığı ile kullanılması da olanaklıdır. Ancak yapılan düzenleme ile bu usulün zorunlu kılınmadığı, tamamen kurulun takdirine bırakıldığı görülmektedir. Uygulamada beklenen iş yoğunluğu dikkate alındığında, “adil yargılanma hakkı”nın da bir gereği olan bu olumlu usulün, bu nedenle kağıt üzerinde kalma ihtimali akla gelmektedir. Her durumda hekimlerin, bu usulü haklarını kullanma talebinde bulunmaları, olası aleyhe kararlara karşı itirazlarında “adil yargılanma hakkı” kapsamında bir ek dayanak bulmaları açısından kanımızca faydalı olacaktır. Öte yandan kurul işleyişinde aynı usulün, ceza hukukuna özgü “soruşturma izni” süreçleri için getirilmemesi ise, hem ciddi bir eksilik, hem de hukuk mantığının açık bir ihlalidir. Zira “sözlü yargılama” ve “doğrudanlık” ilkeleri, gerçekte asıl olarak ceza muhakemesi usulüne özgü kavramlardır. Ancak yine her durumda hekimlerin, -yeni düzenlemede açıkça öngörülmemiş olsa da-, ceza hukukuna özgü “soruşturma izni” süreçleri nezdinde de kurul önünde bu usulü hakkı kullanma talebinde bulunmalarını önermekteyiz.

14- Yukarıda (5) nolu paragrafta değinilen ve ceza hukukuna özgü süreçleri kapsayan sınırlamanın ise, yeni düzenlemede “tazmin/rücu süreçleri” için aynı şekilde geçerli kılınmadığı; daha açık bir ifade ile halihazırda bu konuda görülmekte olan davaların da bu yeni usule tabi tutulduğu görülmektedir. Bu kapsamda, hekimler aleyhinde -uygulama gereği adli hukuk mahkemelerinde- açılmış ve hali hazırda devam eden rücu davalarında, mahkeme tarafından davacıya 2 aylık süre verilmesi, eğer bu süre zarfında davacı tarafından “Mesleki Sorumluluk Kurulu’na başvuru yapılmaz ise davanın usulden ret edilmesi usulü öngörülmüş durumdadır. Haklarında böylesi bir rücu davası hali hazırda görülmekte olan hekimlerin, anılan usulün davacı idare nezdinde uygulanması ve usulün idareye ihbarı ile süre verilmesi yolunda mahkemeye talepçi olmalarını öneririz.

15- “Mesleki Sorumluluk Kurulu”nun rücu/tazmin hukukuna dair verdiği kararların da, her ne kadar yeni düzenlemede bu yolda açık bir hüküm yer bulmasa da, her durumda yargı denetimine açık olduğu kabul edilmelidir. Kaldı ki yukarıda değinildiği üzere, yerleşik usul ve uygulama kapsamında anılan rücu işlemlerinin, bilinen yargısal süreçler sonucunda kesinlik ve icra kabiliyeti kazanacağı da bilinen bir husustur.

16- “Mesleki Sorumluluk Kurulu” tarafından verilen ve tebliğ olunan kararlarda, bu kararlara karşı hangi kanun yollarına ve mercilerine, hangi sürelerde başvurulabileceğinin bildirilmesi, “aydınlanma hakkı”nın da bir gereği olarak, zorunlu kılınmıştır.

Ankara Tabip Odası Hukuk Bürosu

Makaleye Dön
21-06-2022, 09:55