Dünya Ekonomik Forumu’nun 2006’dan bu yana, cinsiyet eşitsizliğinin boyutunu ülkelerin resmi verilerinden yararlanarak yaptığı değerlendirme sonucunda her yıl yayınlamakta olduğu “Toplumsal Cinsiyet Uçurumu Raporu” (The Global Gender Gap Report) verilerine göre; Türkiye 2024 yılında 146 ülke arasında 127. sırada yer almaktadır. Bunlar arasında Türkiye’nin en kötü olduğu, kadınların çalışma yaşamına katılmasını gösteren “Ekonomiye katılım ve fırsatlar” (133. sırada) alt başlığıdır. Kadınların karar verici yapılarda temsil edilmesi anlamına gelen “Politik güçlenme” alt başlığında 114. sırada, “Sağlık ve hayatta kalma” alt başlığında 98. sırada, “Eğitime erişim” alt başlığında ise 90. sırada yer almaktadır. Bu verilerin yanı sıra 2023’de TÜİK’in yayınladığı verilere bakıldığında, bu çağda bile erkeklere göre kadınların 6 kat fazlasının okur yazar olmadığı, 3 kadından 2’sinin istihdama katılmadığı, istihdama katılanların da erkeklerin yarısı kadar olduğu (istihdama katılım kadınlarda %30,4 iken erkeklerde %65) görülmektedir. Kadınlar nüfusun yarısını oluşturmasına rağmen, beş milletvekilinden sadece birinin kadın milletvekili olması, Türkiye’de kadınların karar verme mekanizmalarına katılımlarının erkeklere göre ne kadar geri planda olduğunu göstermektedir.
2008 yılından itibaren, o dönemin Sağlık Bakanı tarafından ifade edilen “artık nüfus planlaması yapılmayacak üreme sağlığına geçiyoruz” tarzındaki açıklamaları ve karar vericilerin “en az 3 çocuk söylemleri” ısıtılarak son günlerde yeniden bir tartışma başlatılmıştır. Görüleceği gibi bu tartışma aslında yeni değildir; 2014-2018 dönemi 10. Kalkınma Planı’nda, “Çalışan kadınlarda toplam doğurganlık hızının düşük olması” konusu açıkça yer almış ve “Ailenin ve Dinamik Nüfus Yapısının Korunması Programı” oluşturulmuştur. Bu programın hedefleri arasında doğurganlığı artırmak üzere çalışan kadınlara doğum sonrası bazı teşvikler verilmiş ve düzenlemeler yapılmıştır. Şimdilerde yine “nüfus azalıyor” söylemleriyle çalışan kadınlarda (yukarıda bahsedildiği gibi, 3 kadından 2’si çalışmamaktadır) doğurganlığı teşvik edici yasal düzenleme hazırlıklarından bahsedilmektedir.
Oysa, Türkiye’de nüfus azalmıyor, nüfusun artış hızı azalıyor. Örneğin; 2018’de ülke nüfusu 80,2 milyon, 2020’de 83,6 milyon iken 2023’de 85,3 milyon olmuştur. Bazı çevrelerin gereksiz ölçüde vurgulayarak kamuoyunu yanıltmasının aksine, şu an ülkemizin içerisinde olduğu durum, nüfus artış hızının azaldığı, ancak sayısal olarak toplam nüfusumuzun artmaya devam ettiği bir süreçtir. Nüfus bilimciler tarafından yapılan projeksiyonlarda 2050 yılına kadar Türkiye nüfusunun azalmayacağı görülmektedir. Nüfus bilimciler tarafından 15-20 yıldır Türkiye’de toplam doğurganlık hızının, dolayısıyla da “nüfusun stabilleşmesi” yorumu yapılarak sürekli vurgulanmasına rağmen, genç nüfusa dayalı bu “Fırsat penceresi” iyi değerlendirilmemiştir. (Şu anda TÜİK-2023 verilerine göre 15-24 yaş grubu genç nüfusta işsizlik oranı %17,4’dır; erkeklerde bu oran %14,3, kadınlarda ise %23,2’dir). 2050 yılına kadar önümüzde daha 25 yılı var; bu süreçte çalışan kadınlarda doğurganlığı artırmak üzere hazırlığa başlamadan önce(!!!), genç nüfusun istihdamının, özellikle de kadın istihdamının artırılması ve toplumsal cinsiyet eşitliğine duyarlı/saygılı bir yaklaşımla istihdamda desteklenmesi toplumumuzda giderek artan yaşlı bağımlılık oranları (65 yaş üstü nüfus) konusunda da gelecek açısından önemli bir çözüm yolu olarak görülmelidir.
Doğurganlığı artırıcı söylemler konusuna kadın sağlığı açısından bakıldığında ise; Türkiye’de 1965’te çıkarılan 557# ilk çıkarılan (ve 1983’te ilk yasadaki eksikliklerin kadınlar lehine yeniden düzenlenmesiyle çıkarılan 2827# yasa) Nüfus Planlaması yasası ile doğurganlığın düzenlenmesi hizmetleri anayasal dayanağı da olacak şekilde 40 yılı aşkın bir süre (2008’lere kadar) devletin bir sorumluluğu olarak ele alınmıştır. Sağlık Bakanlığı bu konuda; riskli gebelikleri önleyerek kadın ve çocuk sağlığını korumayı amaçlayan, bireylere gerekli bilgi ve hizmeti sunarak doğurganlıkları ile ilgili özgürce ve bilinçli seçim yapmalarını sağlayan politikalar izlemiştir. Son yıllarda ise, anne ve çocuk sağlığı açısından koruyucu sağlık hizmetlerinden biri olması nedeniyle bir Temel Sağlık Hizmeti olan ve üreme hakları açısından da bir hak olmasına rağmen doğurganlığın düzenlenmesi ile ilgili Aile Planlaması hizmetlerinin kamu kurumlarında yeterince sunulmadığı görülmektedir. 1968 yılından bu yana Hacettepe Nüfus Etütleri Enstitüsü tarafından her beş yılda bir yapılan ve kamu kuruluşlarının da verilerini kullandığı “Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması (TNSA)” 2023’de hala yapılmadığı için doğurganlıkla ilgili ne yazık ki ayrıntılı bilgiye sahip değiliz. En son yapılan 2018-TNSA sonuçlarına göre; yüz kadından 12’si gebelik istemediği halde gebeliği önleyici yöntem ile korunamamaktadır. Gebelikten koruyucu yöntemlerin sunulması ve danışmanlık hizmetleri açısından hizmet açığını ifade eden bir gösterge olan “Aile Planlamasında karşılanmayan gereksinim” önceki beş yıla göre (%6 iken) %12’ye, yani iki katına çıkmıştır. Yine aynı araştırmaya göre, kadınların yarısından fazlası sahip oldukları çocuktan başka çocuk istemediklerini belirtmiştir. Neden olarak, “daha iyi ekonomik koşullar”, “çocuk yardımı”, “çocuk beslenme desteği”, “kreş desteği” vb. gibi nedenleri belirtmişlerdir. Yasal olarak zorunlu olmasına rağmen kamu kurumlarında düzenli olarak ücretsiz doğum kontrol yöntemlerine erişimde güçlükler son yıllarda artmıştır. Kadir Has Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Araştırma Merkezi’nin 2016’da yaptığı araştırmaya göre; herhangi bir yasal kısıtlama olmamasına rağmen 428 kamu hastanesinden 53’ünde isteyerek düşük (isteğe bağlı gebelik sonlandırma-“kürtaj”) hizmetinin sunulmadığı saptanmıştır. 2020’de tekrarlanan aynı araştırmada; 295 kamu hastanesinde "isteğe bağlı kürtaj yapmıyoruz" diyen hastanelerin oranı dört yılda %12'den %54'e çıkmıştır. Gelir düzeyi daha iyi olan kadınlar veya yoksullaşma pahasına diğer kadınlar, hem doğum kontrolü yöntemlerini hem de isteğe bağlı gebelik sonlandırma (“kürtaj”) hizmetlerini özel sektörden temin edebilirken dezavantajlı grupların yöntemlere erişimi büyük ölçüde azalmıştır. Türkiye’de anneler hala önlenebilir nedenlere bağlı ölmektedir. Sağlık Bakanlığı verilerine göre, bölgeler arasında ciddi farklılıklarla birlikte, ülke genelinde yüz bin canlı doğumda 13,1 olarak belirtilen Anne Ölüm Oranı yaklaşık 20 yıldır bu rakamlar etrafında bir plato çizmektedir. Eğer “önlenebilir” olan anne ölümlerinin ortadan kaldırılmasına yönelik bir çaba olsaydı bu oranın düşmesi beklenirdi. Ancak, 20 yıllık sürede esas sorun; zihniyet (kadına bakış açısı), üreme sağlığı konularına «Hak Temelli Yaklaşım»ın olmaması, bilinçli olarak hizmet sunulmaması ve özelleşen sağlık sistemi sorunudur.
Doğurganlık ile ilgili hatırlamamız gereken en önemli konu; her bir bireyin “çocuk sahibi olup olmamaya karar verme hakkının” olduğu ve “üreme sağlığı hastalık yükünün kadınlarda erkeklere göre üç kat daha fazla” olduğu gerçeğidir. Son 20 yıllık süreçte, Sağlıkta Dönüşüm Programı ile izlenen neo-liberal sağlık politikası sonucu sağlıkta özelleşme süreci ve patriyarkal yapı, özellikle üreme sağlığı hizmetlerinden yararlanmada eşitsizlik, toplumsal kesimlerin bu hizmetlere erişimlerindeki sorunlarını giderek derinleştirmektedir. Sağlık hizmetlerine erişimdeki eşitsizlikler arttıkça, koruyucu sağlık hizmeti ve aynı zamanda bir Temel Sağlık Hizmeti olan “Aile Planlaması”(Doğum kontrolü) hizmetlerine erişim azaldıkça, kadın/anne-çocuk sağlığında riskler artacak ve olumsuz sonuçların ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktır.
Bu nedenlerle doğurganlığı teşvik eden söylemler yerine; üreme sağlığı hizmetlerini alma ve sağlığın korunması ve geliştirilmesi bir hak olarak görülmeli, bireylerin doğurganlığın düzenlenmesine yönelik danışmanlık ve hizmet alması, istenmeyen gebeliklerin ve riskli gebeliklerin önlenmesi için doğum kontrol yöntemleri ve güvenli/sağlıklı gebelik sonlandırılması («kürtaj») hizmetlerinin HERKES için «erişilebilir» ve «ücretsiz» bir şekilde Birinci Basamak (ASM’lerde) ve İkinci, Üçüncü Basamak Kamu Hastaneleri’nde yaygın olarak sunulması gerekmektedir.
Türkiye’de doğum izni, doğum öncesi ve sonrası sekizer hafta olmak üzere toplam 16 haftadır. Almanya’da bu süre 14 hafta, Fransa’da 32 hafta, ancak kadına çocuk bakımı ve diğer bakım hizmetlerinde ciddi sosyal destek mevcuttur. İngiltere’de bu süre 52 hafta, ancak “ebeveyn izni” konusu desteklenmektedir. Bu konuda ebeveyn izni önemli bir sosyal politikadır!
Emzirme sorunu ve çocuk bakımı konularıyla ilgili ücretli izinler meselesinde dikkatli olmak gerekir: Emzirme ve çocuk bakımı anne ve bebek için gerekli minimum süreyi içermeli, ancak kadının iş yaşamında olmasını/iş bulmasını olumsuz etkileyecek uzunlukta olmamalıdır. Kadının ve bebeğin sağlığı desteklenmeli, sosyal olanaklar (kreş, ana okulu, çocuk bakımı için eş izni vb.) yaygınlaştırılmalıdır. Kadınların anne olduklarında yaşamın diğer alanlarından çekilmelerini doğallaştıran ve “annelik görevleri”ni eksiksiz yerine getirme”lerini bekleyen bu kurgu yerine, anneliğin bireysel bir seçim olarak yaşanmasını sağlayacak gerçek alternatiflerin yaratılması gerekmektedir. İşyerlerinde çalışma düzeni kadın/erkelerin çocuklarına bakma yükümlülüğüne uygun şekilde düzenlenmelidir. Çocuk bakım izinlerinin hiçbir hak kaybı ya da part-time veya düşük ücretlerle evden çalışma dayatması olmaksızın, erkeklere de eşit sorumluluklar verecek şekilde düzenlenmelidir. Kadın/erkek olmasına bakılmaksızın kamu/özel tüm işyerlerinde ücretsiz, nitelikli (vardiya koşulları dikkate alınarak gerektiğinde 24 saat çalışan) kreş ve bakımevleri açılmasının zorunlu olması gerekir. “Aile sorumlulukları”, “çocuk bakımı yükümlükleri” gibi bahanelerle kadınlara esnek veya düşük ücretlerle evden çalışmayı dayatmak yerine, çalışma ortamında eşitliğe saygılı, tam zamanlı ve tam güvenceli istihdam olanakları sağlayacak yasal düzenlemeler yapılmalıdır.
SON SÖZ; Kadınları «doğurganlıkla ilgili bir araç» olarak görmeyen, onları sadece “eş” ve “anne” olarak tanımlamayan, “üreme haklarına saygılı”, “eşit bireyler” olarak dikkate alan, “toplumsal cinsiyete duyarlı ve dönüştürücü” bir yaklaşımla politika üretmek GEREKİR!
Prof. Dr. Şevkat Bahar Özvarış
Ankara Tabip Odası Kadın Hekimlik ve Kadın Sağlığı Komisyonu