Olağandışı Durumlarda Sağlık Hizmetleri Komisyonu 2022-2024 Dönemi Faaliyet Raporu
Olağandışı durum; ne yazık ki daha çok insan eliyle olağan durumların can ve mal kaybına sebep olacak şekilde gerçekleştiği durumlardır. Örneğin ülkemiz gibi tektonik plakaların birleştiği bir deprem bölgesinde deprem olağan bir durumdur ancak fay hattı üzerinde, sağlam zemine yapılmamış ve yeterli bilimsel teknik kullanılmadan inşa edilen yapıların yıkılması olağandışı bir durumdur. Ya da bir dere, nehir etrafına beton döküp onun alanını kısıtladığımızda yoğun yağış olduğu dönemlerde su taşkınları ve sellerin gerçekleşmesi olağandışı bir durumdur.
Tarihsel olarak bizden yaşlı olan dünya gezegeninde deprem, sel, yıldırım, yangın, volkanik patlama gibi yüksek enerjili olaylar gerçekleşmektedir. İnsanlık evrimsel gelişimiyle birlikte dünyayı ve doğasını bilimle daha iyi anlamaya başlamış ancak onunla barış içinde yaşamayı öğrenememiştir. Dünyada yaptığımız tahribatlar saymakla bitmez tabii bu tahribatların yanı sıra bilime riayet etmeden rant ve kar uğruna kapitalist düzenin yanlış çevre ve şehircilik politikaları can ve mal kaybını da beraberinde getiren olağandışı durumları sık sık yaşamımıza neden olmaktadır.
Sağlık hizmetlerinin esası koruyucu sağlık hizmetleridir. İnsanların sağlığını korumak ve bozulmasını engelleyecek bir çevrede yaşaması esastır. Barınma, temiz su, yeterli beslenme, kanalizasyon ve hijyen koşulları bu sağlık hizmetleri için olmazsa olmaz bir gerekliliktir. Tabii ki enfeksiyon hastalıklarına karşı mücadelede aşı, vektörlerle mücadele gibi mücadeleler de korunma sağlık hizmetlerinin en önemli parçalarından biridir. Olağandışı bir durum gerçekleştiğinde ise işte sağlığımızı korumak amaçlı yıllar içinde oluşmuş bunca önlem bir anda ortadan kalkabilmektedir. Örneklerini Bozkurt ilçesinde selde, 6 Şubat depremlerinde Maraş ve çevresindeki 10 ilde yaşadık ve yaşamaya devam ediyoruz.
Olağandışı durumlara karşı en büyük önlemi ise hazırlıklı olarak alabiliriz. Öncelikle rant ve kar politikalarına bağlı değil bilimsel gerçeklerin ışığında ve kamu otoritesinin denetimi altında şehirler planlanmalı ve çevre ile uyumlu kentleri oluşturabilmeliyiz. Can kaybını engelleyebilmek öncelikli amacımız olmalı ancak yine de olağandışı bir durum meydana geldiği vakit sadece maddi hasarlı olsa bile yukarıda bahsettiğimiz barınma, temiz su, yeterli beslenme ve aşı gibi birinci basamak sağlık hizmetleri öncelikle ikame edilebilmeli, bunun hazırlık planı önceden yapılmalı. Bunun yanı sıra olağandışı durum gerçekleştikten sonra koruyucu ve tedavi edici sağlık hizmetlerinin verildiği sağlık merkezleri ve hastaneler ayrıca sağlam olmalı ki bu gibi durumlarda işlevselliğinin ne kadar kritik olduğunu gördük: 6 Şubat Maraş depremleri ve ardından 20 Şubat Hatay depremlerinden sonra Antakya merkezinde sağlık hizmeti verecek sağlam yapı kalmaması gibi ya da İskenderun Devlet Hastanesinin hasta ve sağlık emekçilerinin üzerine yıkılması gibi.
Komisyonumuzun amacı yukarıda bahsettiğimiz olağandışı durumlara koruyucu ve tedavi edici sağlık hizmetleri açısından hazırlıklı olabilmek için bilimsel bilgileri gerekli mercilere iletmek ve bunların gerçekleştirilmesi için çalışma sergilemek. Olağandışı durumlarda sağlık hizmetleri alanında eğitimlerle bilgisi arttırılmış hekimlerin sahada gözlem ve faaliyet açısından hızlıca etkin hale gelmesi amaçlarımızdan biridir.
Ankara Büyükşehir Belediyesi ile birtakım görüşmeler sonucunda olağandışı durumlarda belediyede kritik rolü olan çalışanlara ‘’TTB Olağandışı Durumlarda Sağlık Hizmetleri’’ eğitimini verilmesi protokol aşamasına gelindi. Ancak bizim tarafımızdan eğitimcilerle bu konu üzerinde ön görüşmeler sağlanmadı, protokol hazırlanamadı. Belediye tarafında ise seçim sürecine girilmesi nedeniyle bu proje rafa kaldırılmış oldu.
Bozkurt’ta yaşanan sel sonrasında ilçeye ziyarette bulunuldu.
6 Şubat Maraş depremleri sonrasında farklı tarihlerde pek çok komisyon üyemiz Hatay, Adıyaman, Maraş ve Malatya illerine ziyarette bulundu, buradaki mevcut sağlık hizmeti çalışmalarına ve raporlama çalışmalarına destek sağladı.
3 adet konteyner Malatya iline Sağlık Bakanlığı çalışanları tarafınca Aile Sağlığı Merkezi olarak kullanılması üzere, Malatya Tabip Odası ve TTB Deprem Kriz Koordinasyonu olmak üzere gönderildi.
TTB’ye bağlı Kolumuz 1992 yılında “Saddam Rejimi”nin kullandığı elma kokulu kimyasal gaz nedeniyle katledilen insanlar ve hayatta kalmak için ülkemize göç eden mülteciler zamanında kuruldu. Bu göç insan eliyle oluşturulmuş olağan dışı duruma örnektir.
Deneyimlerimiz “99 Depremi”nde- “Gölcük Depremi”nde çok fazla arttı ve TTB-ODSHK bilgi birikimini eylemde kullandığı gibi zaman zaman da akademik destek için kullanır hale geldi.
TTB-ODSHK “6 Şubat Depremi”nde, toplumsal duyarlılığına denk gelen sahiplenmeyle, çok büyük bir aktivite gösterdi. Merkezi düzeyde 30 kadar hekim arkadaşımızın organizasyonuyla 700 kadar meslektaşımız süreci omuzladı ve hâlâ çalışmalarımız devam etmektedir.
‘Afet’ dediğimizde; deprem, sel, orman yangınları, vb doğanın toplum üzerindeki ‘dışsal-yıkıcı’ etkilerini anlıyorsak... Bu tip doğa olaylarının da fiziksel dünya için ‘olağan’ olduğunu beraberinde ifade etmek zorundayız. Bu ‘olağanlık’ toplumlar tarafından ‘arızi bir durum’ olarak karşılanırsa ‘afet’ adını alır. ‘Arızi’ ise; “dışsal, beklenmedik olandır.” O halde; ne zaman ki depremlerin, salgınların, orman yangınlarının... bilgisine sahip olursak o zaman bu durumların ‘dışsal, beklenmedik’ olaylar yani afetler olmaktan çıkacağının da bilincine varabilmemiz mümkün olacaktır.
‘Afet’ doğa ve toplum arasındaki ilişkide kriz aşamasındaki bir durumu izah etmek için kullanılıyor ise; diyalektik olarak ‘ayrı olmayanların ilişkisinden de söz edilemez’ o zaman. Bu bu bilimsel yöntemi klavuz edinerek yola çıkarsak; ‘insanın doğayla ilişki içerisine girebilmesi için önce ondan ayrılması gerekiyordu’ diyebiliriz. Ve bu ayrılık-birliktelik çelişkisinin geliştirici devinimi içerisinde maddi varlığını yeniden üretmek için doğadan yararlanan insan, doğadan elde ettiği malzemeleri alet edevata dönüştürürken, doğayla ayrılığını ve ilişkisini de tekrar tekrar üretti. Bu doğaya dair bilincin başlangıç noktasıydı. Ve insanlık için bu bilince ulaşma serüveni hala devam etmektedir. Ki; TTB-ODSHK’nun da bu serüvene bir nebze katkısı sunması için söylüyoruz, yazıyoruz, eyliyoruz...
Deprem, sel, orman yangınları, vb lerini ‘arızi bir durum’ olarak ‘afet’ kavramı içinde tanımlayan akıl, doğayla kurduğu ilişkinin doğanın hareketleriyle değişebilir olduğunu ön göremeyen bir toplumun bilincidir. Ki sorunludur elbette. Doğa ile toplum arasındaki ilişkiyi, bir yanılsama ve bir çarpıtma olarak afet anında kuruluyormuş gibi görür/gösterir. Oysa ki insan doğanın bir parçası olarak ve kendi bilincinden bağımsız olarak doğal nesnellik içerisindedir. Olan biten ise; doğa ile insan ilişkisindeki diyalektik ilişkinin açılımıdır. Yani: İnsanal doğanın ve doğal insanın tarihsel süreçteki zamansal ve mekansal biçim değişikliğidir.
Öyle değil midir ki; doğa insanın ilk avadanlığı iken toprağın kendisi de mülkiyetin ilk konusu olmamış mıdır? Yanıtını dikte eden bu sorudan sonra şunu rahatlıkla ve bilimsel olarak söyleyebiliriz: “Ancak doğa ve ekleriyle kurulan ilişki mülkiyet ilişkisi biçimini aldıktan sonra mülkiyetin tarihi doğayla toplumun kurduğu ilişkinin de tarihi halini almıştır.” Ve bu süreçte insanın doğayla ilişkisi-çelişkisi, sermayenin doğayla çelişkisi halini almıştır. Yine bu süreçte; sermaye çevriminin refah dönemlerinde doğayı ele geçirmenin tüm nimetlerini insanların ayaklarının altına sererken, kriz dönemlerinde insanların ayaklarının altındaki doğayı kontrolsüzce yıkar, yok eder. Sermaye mülkiyeti dışında bir parça toprak, bir santim gökyüzü, ulaşılmadık bir doruk, dere bırakmazken sözüm ona insanlık adına yaşamı çoğaltırken her gittiği yere ölümü götürür. Çünkü sermaye bir ilişki biçimidir ve insanın insanla ilişkisini eşyanın eşyayla ilişkisi olarak kuran bir biçimdir. Ve eşya dediğimiz şey yararlılık ifade eden dönüştürülmüş doğadan başka nedir ki? Eşyaya dönüşen/dönüştürülen doğa şimdi kendi özünde olmayan insandan ayrıştırılmış emeğin taşıyıcısı bir mülk haline gelmiştir. Bu durumda toplum mülk sahipleri ile mülksüzler olarak ikiye ayrılmışken; toplumun hareket yasaları da doğanın toplum üzerindeki etkilerini de ikiye böler. Artık ‘afet’ aynı şiddette vurmazken varsıl ile yoksulu; doğal olaylar birinin hanesine ölüm getirirken diğerinin hanesine ise kar yazarak birinin krizini diğerinin fırsatına çevirir.
İlkel çağlarda insanlar afetlerde doğayı anlamadıkları için/tanımadıkları için ölürlerken, modern zamanlarda ise toplumu, toplumun örgütlenmiş hali olarak siyasal ana yapıyı anlamadıkları için ölüyorlar. Ve ne yazıktır ki; çaresizliğimizin ve korkularımızın nedeni evimizin altından geçen fay hatları, hareket eden toprak değildir. Acılarımızın ve çaresizliğimizin nedeni içinde bulunduğumuz toplumsal yapıdır. Bu acılardan, çaresizlikten ve korkulardan kurtulmak için; cenderesine sıkıştığımız toplumsal ilişkilerden, söylemsel ve eylemsel olarak özgürleşmek gereklidir.
İşte o özgürleşme halidir ki, ancak; üretici güçlerin gelişimi ile doğanın güçleri arasındaki ritmi ve ahengi aynı anda yakalayacaktır. Doğanın hareketleri ‘afet’ tanımı içinde baş edilmesi gereken zorluklar olmaktan çıkacak toplumsal hareketin kendisi haline gelecektir. Ve o çağın toplumu devleti sorgulayıp sönümlenmesi gerektiğini anlamlandırmaya çalışırken; “bayraklarının üzerine şunu yazabilecektir. ‘herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre.”’...
Peki yukarıda tanımladığımız ‘varılması gereken noktaya kazıkları çakıp, klavuz hattımızı çekerken‘ bugünden yarına ; Afet’ sırasında devletin görevi nedir? Diye gelen bir soruya verilecek yanıtımız nedir? Bugünden başlarsak: “Aslında sınıflı toplumlardaki devlet olağan durumlarda ne yapıyorsa, afetlerde de aynı şeyi yapıyor.” diyebiliriz. Çünkü; Devlet tarafından ‘afet’ denilen şeyin kavramsal ve yaşamsal karşılığı aslında sınıflı toplumlarda sermaye üzerine yaptığı yıpratıcı etki kadardır. Ve bu boyutuyla; sınıflı bir toplumda devlet, ‘afet’in sermaye üzerindeki yıpratıcı etkisini nasıl toplumsallaştırabilirim derdine düşer. Ki burada “devletin sermayenin kolektif temsilcisi” olduğu ayan beyan ortadadır artık.
İşte burada; ‘doğuştan bir hak’ olarak değil de toplumsal/sınıfsal mücadeleler içerisinden doğru kazanılmış ‘sağlık hakkı’ önemli bir alan işgal ederken; devletin yapısına dair teorik açılımımızı ve mücadele ile müzakeremizi nasıl yapılandıracağımız önemli oluyor.
Aslında kapitalizmin tarihsel gelişimi içerisinde yıkılmış bir ‘sosyal devlet’ de ‘sağlık hakkı’ dört temel kategoriye ayrılırken (1. Koruyucu sağlık hizmetleri, 2. Geliştirici sağlık hizmetleri, 3. Rehabilite edici sağlık hizmetleri, 4. Tedavi edici sağlık hizmetleri.) ve tüm bu hizmetlerin erişilebilir, nitelikli, ücretsiz olması ise ‘sosyal devletin’ görevleri içerisindeyken... devlet bu olma/olması gereken durumu çoktan terk ederek bize bir gerçeği hatırlattı: ‘Sosyal devletin ruhunu çağırma davranışına girmeyin, Nil nehrinde Volga gecelerinin hayallerini kurmayın’.
Çünkü artık tüm metalar gibi sağlık üretim metası da piyasadadır! Buna denk gelen bir söylem, 2000li yılarda Dünya Sağlık Örgütü adresinden doğru, Birleşmiş Milletler Kürsüsünden ve küresel sermaye sözcüleri tarafından zaten söylemişti: “Sağlık bireysel bir sorundur” ve sağlık hizmetleri piyasadan satın alınabilir/alınmalıdır.
Ve bu piyasanın büyüleyici etkisi, devlet eliyle depremde açılan yaraların onarılmasında çare olarak sunulurken (arama-kurtarma çalışmalarında bir an önce suç unsurlarını ortadan kaldırmak için irili-ufaklı sermaye, içinde insan ve diğer canlıların olduğu bina hafriyatlarını kaldırıp yerine sermayenin krizi fırsata çevirdiği binalar yapımına çağrılırken...); ‘devletin boşalttığı alanlar’ da çaresiz kalan insanlara yardıma giden, toplumsal duyarlılığı olan yapılanmalara sermayenin kolektif temsilcisi olan devlet engel olmuştur.
Ancak tüm engellemelere rağmen; teorik olarak reddettiğimiz fakat pratik olarak teoriyi sorgulatan/yeniden gözden geçirmemizi sağlayan bir duruş da tarafımızdan ‘boşaltılan alanlarda’ mümkün olduğunca gerçekleştirilmiş bir praksistir.
Olağandışı durum; ne yazık ki daha çok insan eliyle olağan durumların can ve mal kaybına sebep olacak şekilde gerçekleştiği durumlardır. Örneğin ülkemiz gibi tektonik plakaların birleştiği bir deprem bölgesinde deprem olağan bir durumdur ancak fay hattı üzerinde, sağlam zemine yapılmamış ve yeterli bilimsel teknik kullanılmadan inşa edilen yapıların yıkılması olağandışı bir durumdur. Ya da bir dere, nehir etrafına beton döküp onun alanını kısıtladığımızda yoğun yağış olduğu dönemlerde su taşkınları ve sellerin gerçekleşmesi olağandışı bir durumdur.
Tarihsel olarak bizden yaşlı olan dünya gezegeninde deprem, sel, yıldırım, yangın, volkanik patlama gibi yüksek enerjili olaylar gerçekleşmektedir. İnsanlık evrimsel gelişimiyle birlikte dünyayı ve doğasını bilimle daha iyi anlamaya başlamış ancak onunla barış içinde yaşamayı öğrenememiştir. Dünyada yaptığımız tahribatlar saymakla bitmez tabii bu tahribatların yanı sıra bilime riayet etmeden rant ve kar uğruna kapitalist düzenin yanlış çevre ve şehircilik politikaları can ve mal kaybını da beraberinde getiren olağandışı durumları sık sık yaşamımıza neden olmaktadır.
Sağlık hizmetlerinin esası koruyucu sağlık hizmetleridir. İnsanların sağlığını korumak ve bozulmasını engelleyecek bir çevrede yaşaması esastır. Barınma, temiz su, yeterli beslenme, kanalizasyon ve hijyen koşulları bu sağlık hizmetleri için olmazsa olmaz bir gerekliliktir. Tabii ki enfeksiyon hastalıklarına karşı mücadelede aşı, vektörlerle mücadele gibi mücadeleler de korunma sağlık hizmetlerinin en önemli parçalarından biridir. Olağandışı bir durum gerçekleştiğinde ise işte sağlığımızı korumak amaçlı yıllar içinde oluşmuş bunca önlem bir anda ortadan kalkabilmektedir. Örneklerini Bozkurt ilçesinde selde, 6 Şubat depremlerinde Maraş ve çevresindeki 10 ilde yaşadık ve yaşamaya devam ediyoruz.
Olağandışı durumlara karşı en büyük önlemi ise hazırlıklı olarak alabiliriz. Öncelikle rant ve kar politikalarına bağlı değil bilimsel gerçeklerin ışığında ve kamu otoritesinin denetimi altında şehirler planlanmalı ve çevre ile uyumlu kentleri oluşturabilmeliyiz. Can kaybını engelleyebilmek öncelikli amacımız olmalı ancak yine de olağandışı bir durum meydana geldiği vakit sadece maddi hasarlı olsa bile yukarıda bahsettiğimiz barınma, temiz su, yeterli beslenme ve aşı gibi birinci basamak sağlık hizmetleri öncelikle ikame edilebilmeli, bunun hazırlık planı önceden yapılmalı. Bunun yanı sıra olağandışı durum gerçekleştikten sonra koruyucu ve tedavi edici sağlık hizmetlerinin verildiği sağlık merkezleri ve hastaneler ayrıca sağlam olmalı ki bu gibi durumlarda işlevselliğinin ne kadar kritik olduğunu gördük: 6 Şubat Maraş depremleri ve ardından 20 Şubat Hatay depremlerinden sonra Antakya merkezinde sağlık hizmeti verecek sağlam yapı kalmaması gibi ya da İskenderun Devlet Hastanesinin hasta ve sağlık emekçilerinin üzerine yıkılması gibi.
Komisyonumuzun amacı yukarıda bahsettiğimiz olağandışı durumlara koruyucu ve tedavi edici sağlık hizmetleri açısından hazırlıklı olabilmek için bilimsel bilgileri gerekli mercilere iletmek ve bunların gerçekleştirilmesi için çalışma sergilemek. Olağandışı durumlarda sağlık hizmetleri alanında eğitimlerle bilgisi arttırılmış hekimlerin sahada gözlem ve faaliyet açısından hızlıca etkin hale gelmesi amaçlarımızdan biridir.
Ankara Büyükşehir Belediyesi ile birtakım görüşmeler sonucunda olağandışı durumlarda belediyede kritik rolü olan çalışanlara ‘’TTB Olağandışı Durumlarda Sağlık Hizmetleri’’ eğitimini verilmesi protokol aşamasına gelindi. Ancak bizim tarafımızdan eğitimcilerle bu konu üzerinde ön görüşmeler sağlanmadı, protokol hazırlanamadı. Belediye tarafında ise seçim sürecine girilmesi nedeniyle bu proje rafa kaldırılmış oldu.
Bozkurt’ta yaşanan sel sonrasında ilçeye ziyarette bulunuldu.
6 Şubat Maraş depremleri sonrasında farklı tarihlerde pek çok komisyon üyemiz Hatay, Adıyaman, Maraş ve Malatya illerine ziyarette bulundu, buradaki mevcut sağlık hizmeti çalışmalarına ve raporlama çalışmalarına destek sağladı.
3 adet konteyner Malatya iline Sağlık Bakanlığı çalışanları tarafınca Aile Sağlığı Merkezi olarak kullanılması üzere, Malatya Tabip Odası ve TTB Deprem Kriz Koordinasyonu olmak üzere gönderildi.
TTB’ye bağlı Kolumuz 1992 yılında “Saddam Rejimi”nin kullandığı elma kokulu kimyasal gaz nedeniyle katledilen insanlar ve hayatta kalmak için ülkemize göç eden mülteciler zamanında kuruldu. Bu göç insan eliyle oluşturulmuş olağan dışı duruma örnektir.
Deneyimlerimiz “99 Depremi”nde- “Gölcük Depremi”nde çok fazla arttı ve TTB-ODSHK bilgi birikimini eylemde kullandığı gibi zaman zaman da akademik destek için kullanır hale geldi.
TTB-ODSHK “6 Şubat Depremi”nde, toplumsal duyarlılığına denk gelen sahiplenmeyle, çok büyük bir aktivite gösterdi. Merkezi düzeyde 30 kadar hekim arkadaşımızın organizasyonuyla 700 kadar meslektaşımız süreci omuzladı ve hâlâ çalışmalarımız devam etmektedir.
‘Afet’ dediğimizde; deprem, sel, orman yangınları, vb doğanın toplum üzerindeki ‘dışsal-yıkıcı’ etkilerini anlıyorsak... Bu tip doğa olaylarının da fiziksel dünya için ‘olağan’ olduğunu beraberinde ifade etmek zorundayız. Bu ‘olağanlık’ toplumlar tarafından ‘arızi bir durum’ olarak karşılanırsa ‘afet’ adını alır. ‘Arızi’ ise; “dışsal, beklenmedik olandır.” O halde; ne zaman ki depremlerin, salgınların, orman yangınlarının... bilgisine sahip olursak o zaman bu durumların ‘dışsal, beklenmedik’ olaylar yani afetler olmaktan çıkacağının da bilincine varabilmemiz mümkün olacaktır.
‘Afet’ doğa ve toplum arasındaki ilişkide kriz aşamasındaki bir durumu izah etmek için kullanılıyor ise; diyalektik olarak ‘ayrı olmayanların ilişkisinden de söz edilemez’ o zaman. Bu bu bilimsel yöntemi klavuz edinerek yola çıkarsak; ‘insanın doğayla ilişki içerisine girebilmesi için önce ondan ayrılması gerekiyordu’ diyebiliriz. Ve bu ayrılık-birliktelik çelişkisinin geliştirici devinimi içerisinde maddi varlığını yeniden üretmek için doğadan yararlanan insan, doğadan elde ettiği malzemeleri alet edevata dönüştürürken, doğayla ayrılığını ve ilişkisini de tekrar tekrar üretti. Bu doğaya dair bilincin başlangıç noktasıydı. Ve insanlık için bu bilince ulaşma serüveni hala devam etmektedir. Ki; TTB-ODSHK’nun da bu serüvene bir nebze katkısı sunması için söylüyoruz, yazıyoruz, eyliyoruz...
Deprem, sel, orman yangınları, vb lerini ‘arızi bir durum’ olarak ‘afet’ kavramı içinde tanımlayan akıl, doğayla kurduğu ilişkinin doğanın hareketleriyle değişebilir olduğunu ön göremeyen bir toplumun bilincidir. Ki sorunludur elbette. Doğa ile toplum arasındaki ilişkiyi, bir yanılsama ve bir çarpıtma olarak afet anında kuruluyormuş gibi görür/gösterir. Oysa ki insan doğanın bir parçası olarak ve kendi bilincinden bağımsız olarak doğal nesnellik içerisindedir. Olan biten ise; doğa ile insan ilişkisindeki diyalektik ilişkinin açılımıdır. Yani: İnsanal doğanın ve doğal insanın tarihsel süreçteki zamansal ve mekansal biçim değişikliğidir.
Öyle değil midir ki; doğa insanın ilk avadanlığı iken toprağın kendisi de mülkiyetin ilk konusu olmamış mıdır? Yanıtını dikte eden bu sorudan sonra şunu rahatlıkla ve bilimsel olarak söyleyebiliriz: “Ancak doğa ve ekleriyle kurulan ilişki mülkiyet ilişkisi biçimini aldıktan sonra mülkiyetin tarihi doğayla toplumun kurduğu ilişkinin de tarihi halini almıştır.” Ve bu süreçte insanın doğayla ilişkisi-çelişkisi, sermayenin doğayla çelişkisi halini almıştır. Yine bu süreçte; sermaye çevriminin refah dönemlerinde doğayı ele geçirmenin tüm nimetlerini insanların ayaklarının altına sererken, kriz dönemlerinde insanların ayaklarının altındaki doğayı kontrolsüzce yıkar, yok eder. Sermaye mülkiyeti dışında bir parça toprak, bir santim gökyüzü, ulaşılmadık bir doruk, dere bırakmazken sözüm ona insanlık adına yaşamı çoğaltırken her gittiği yere ölümü götürür. Çünkü sermaye bir ilişki biçimidir ve insanın insanla ilişkisini eşyanın eşyayla ilişkisi olarak kuran bir biçimdir. Ve eşya dediğimiz şey yararlılık ifade eden dönüştürülmüş doğadan başka nedir ki? Eşyaya dönüşen/dönüştürülen doğa şimdi kendi özünde olmayan insandan ayrıştırılmış emeğin taşıyıcısı bir mülk haline gelmiştir. Bu durumda toplum mülk sahipleri ile mülksüzler olarak ikiye ayrılmışken; toplumun hareket yasaları da doğanın toplum üzerindeki etkilerini de ikiye böler. Artık ‘afet’ aynı şiddette vurmazken varsıl ile yoksulu; doğal olaylar birinin hanesine ölüm getirirken diğerinin hanesine ise kar yazarak birinin krizini diğerinin fırsatına çevirir.
İlkel çağlarda insanlar afetlerde doğayı anlamadıkları için/tanımadıkları için ölürlerken, modern zamanlarda ise toplumu, toplumun örgütlenmiş hali olarak siyasal ana yapıyı anlamadıkları için ölüyorlar. Ve ne yazıktır ki; çaresizliğimizin ve korkularımızın nedeni evimizin altından geçen fay hatları, hareket eden toprak değildir. Acılarımızın ve çaresizliğimizin nedeni içinde bulunduğumuz toplumsal yapıdır. Bu acılardan, çaresizlikten ve korkulardan kurtulmak için; cenderesine sıkıştığımız toplumsal ilişkilerden, söylemsel ve eylemsel olarak özgürleşmek gereklidir.
İşte o özgürleşme halidir ki, ancak; üretici güçlerin gelişimi ile doğanın güçleri arasındaki ritmi ve ahengi aynı anda yakalayacaktır. Doğanın hareketleri ‘afet’ tanımı içinde baş edilmesi gereken zorluklar olmaktan çıkacak toplumsal hareketin kendisi haline gelecektir. Ve o çağın toplumu devleti sorgulayıp sönümlenmesi gerektiğini anlamlandırmaya çalışırken; “bayraklarının üzerine şunu yazabilecektir. ‘herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre.”’...
Peki yukarıda tanımladığımız ‘varılması gereken noktaya kazıkları çakıp, klavuz hattımızı çekerken‘ bugünden yarına ; Afet’ sırasında devletin görevi nedir? Diye gelen bir soruya verilecek yanıtımız nedir? Bugünden başlarsak: “Aslında sınıflı toplumlardaki devlet olağan durumlarda ne yapıyorsa, afetlerde de aynı şeyi yapıyor.” diyebiliriz. Çünkü; Devlet tarafından ‘afet’ denilen şeyin kavramsal ve yaşamsal karşılığı aslında sınıflı toplumlarda sermaye üzerine yaptığı yıpratıcı etki kadardır. Ve bu boyutuyla; sınıflı bir toplumda devlet, ‘afet’in sermaye üzerindeki yıpratıcı etkisini nasıl toplumsallaştırabilirim derdine düşer. Ki burada “devletin sermayenin kolektif temsilcisi” olduğu ayan beyan ortadadır artık.
İşte burada; ‘doğuştan bir hak’ olarak değil de toplumsal/sınıfsal mücadeleler içerisinden doğru kazanılmış ‘sağlık hakkı’ önemli bir alan işgal ederken; devletin yapısına dair teorik açılımımızı ve mücadele ile müzakeremizi nasıl yapılandıracağımız önemli oluyor.
Aslında kapitalizmin tarihsel gelişimi içerisinde yıkılmış bir ‘sosyal devlet’ de ‘sağlık hakkı’ dört temel kategoriye ayrılırken (1. Koruyucu sağlık hizmetleri, 2. Geliştirici sağlık hizmetleri, 3. Rehabilite edici sağlık hizmetleri, 4. Tedavi edici sağlık hizmetleri.) ve tüm bu hizmetlerin erişilebilir, nitelikli, ücretsiz olması ise ‘sosyal devletin’ görevleri içerisindeyken... devlet bu olma/olması gereken durumu çoktan terk ederek bize bir gerçeği hatırlattı: ‘Sosyal devletin ruhunu çağırma davranışına girmeyin, Nil nehrinde Volga gecelerinin hayallerini kurmayın’.
Çünkü artık tüm metalar gibi sağlık üretim metası da piyasadadır! Buna denk gelen bir söylem, 2000li yılarda Dünya Sağlık Örgütü adresinden doğru, Birleşmiş Milletler Kürsüsünden ve küresel sermaye sözcüleri tarafından zaten söylemişti: “Sağlık bireysel bir sorundur” ve sağlık hizmetleri piyasadan satın alınabilir/alınmalıdır.
Ve bu piyasanın büyüleyici etkisi, devlet eliyle depremde açılan yaraların onarılmasında çare olarak sunulurken (arama-kurtarma çalışmalarında bir an önce suç unsurlarını ortadan kaldırmak için irili-ufaklı sermaye, içinde insan ve diğer canlıların olduğu bina hafriyatlarını kaldırıp yerine sermayenin krizi fırsata çevirdiği binalar yapımına çağrılırken...); ‘devletin boşalttığı alanlar’ da çaresiz kalan insanlara yardıma giden, toplumsal duyarlılığı olan yapılanmalara sermayenin kolektif temsilcisi olan devlet engel olmuştur.
Ancak tüm engellemelere rağmen; teorik olarak reddettiğimiz fakat pratik olarak teoriyi sorgulatan/yeniden gözden geçirmemizi sağlayan bir duruş da tarafımızdan ‘boşaltılan alanlarda’ mümkün olduğunca gerçekleştirilmiş bir praksistir.